Değişen dünya düzeninde Türkiye’nin pozisyonu değerlendirildi
MTSO Yönetim Kurulu Başkanı Ayhan Kızıltan, Meclis Başkanı Hamit İzol, Yönetim Kurulu ve Meclis Üyeleri, Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer ve iş dünyasının katıldığı konferansta pandeminin ve sonrasında yaşanan Rusya - Ukrayna Savaşının dünyaya etkileri, siyasi ve ekonomik düzenin nasıl değişip dönüştüğü, Türkiye’nin bu dönüşümde nasıl bir yol haritası çizmesi gerektiği değerlendirildi.
Kızıltan: “Ülkenin önündeki en büyük engel planlama olmaması”
Konferansın açılışında konuşan MTSO Yönetim Kurulu Başkanı Ayhan Kızıltan, pandemiyle birlikte dünyada değişim başladığını belirtip, Çin’in üretimi durdurmasıyla Avrupa’nın bocalayıp yönünü yakın pazarlara çevirdiğini hatırlattı. Türkiye’nin buna göre bir planlama yapması gerektiğini kaydeden Kızıltan, şunları söyledi:
“Pandemi sonrası gelen Rusya – Ukrayna savaşı da Türkiye’nin önemini ortaya çıkardı. Pandemi sonrası Avrupa, Türkiye’de üretim yaptırmak isterken savaş sonrası Rus firmalar yatırımlarını Türkiye’ye kaydırmak istedi. Bu noktada önemli bir şansımız var ama bu şansa yönelik planımız yok. Türkiye, imkanlarını değişen konjonktüre nasıl uydurması gerektiğini planlamalı. Planlama yapılırken de zenginin parasını daha çok artırmaya yönelik değil, parası yetmeyenin cebindeki parayı artırmaya yönelik politikalar geliştirilmeli. Paradan para kazanmak yerine üretimi teşvik edecek düzenlemeler yapılmalı. Ülkenin önündeki en büyük engel planlamasının olmaması. Bu sağlanırsa üretimde, tarımda, teknolojide, eğitimde her alanda sonuç alırız.”
Seçer: “Mersin, Türkiye’nin en stratejik bölgesi”
Mersin’in Türkiye’nin en stratejik bölgesi olduğunu vurgulayan Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer, dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmelerin tümünün Mersin’de yankı bulduğunu ancak kentin çok sektörlü yapısıyla bu durumlardan olumsuz etkilenmediğini söyledi. Ticari ilişkilerinin yoğun olduğu bölgelerde yaşanan savaşlardan, pandemiye, göçlere birçok sorunu yoğun yaşamasına rağmen diğer illere oranla daha az etkilendiğini kaydeden Seçer, “Mersin’de vergiler diğer illere göre bu süreçte nispi olarak daha az düştü. Tarım ve gıda kenti olması, çok sektörlü ekonomik yapısı bunda önemli rol oynadı. Tüm dünyada tedarik zirciri sorun yaşarken Mersin Limanı öne çıktı. Mersin, stratejik geleceği olan, çok sektörlü bir kent. Sadece Türkiye değil bölgede dünyada önemi her geçen gün artan bir kent hüviyetinde olacağını düşünüyorum” dedi.
Ülgen: “Türkiye seçimini doğru yapmalı”
EDAM Direktörü Sinan Ülgen Rusya – Ukrayna Savaşını 21. yüzyılın çok önemli dönüm noktalarından biri olarak değerlendirdi. Avrupa’nın ortasında beklenmeyen bir senaryo yaşandığını kaydeden Ülgen, “Bu savaş hibrit, siber yollarla kimsenin fark etmediği bir savaş olmak yerine bir sınır savaşı oldu. Kitaplarda okuduğumuz gibi konvansiyonel bir savaş. Olmaması gereken şok edici bir gelişme. Bu durum Avrupa için büyük bir dönüşümü beraberinde getirdi. Almanya gibi Avrupa’da bundan sonra hiç savaş olmayacağını düşünen bir ülke milli gelirinin yüzde 2’sini savunmaya ayırdı. Güvenliklerini bugüne kadar tarafsızlık politikası üzeriden yürüten İsveç ve Finlandiya NATO üyeliği istemeye başladı. Adeta yeni bir soğuk savaşa girdik” dedi.
Eski savaşlarda komünizm, liberalizm gibi ideolojik yarışların hakim olduğunu, kaydeden Ülgen, bugünün savaşlarında ise ideoloji yerine yönetim sistemlerinin öne çıktığını vurguladı. “Bir tarafta kendi gelecekleri bakımından demokrasiye inanmış ülkelerle daha otoriter sistemlerin yarışı olarak karşımıza çıkıyor” diyen Ülgen, bu yarışın güvenlik üzerinden değil, teknoloji, ekonomi, ticaret ve yatırım ilişkileri üzerinden yürüyeceğini dile getirdi. Küreselleşme kavramının tartışılmaya başlanıp bölgeselleşme kavramının öne çıktığı bir sürece girildiğini belirten Ülgen, küreselleşme döneminde yatırımcı daha çok kazanç elde edeceği yatırım bölgeleri ararken değişimle birlikte yatırım için güvenli bölge arayışının öne çıktığını söyledi. Dünyadaki dönüşümde hem fırsat hem de riskler bulunduğunu kaydeden Ülgen konunun Türkiye’ye yansımalarını ise şöyle özetledi:
“Türkiye şu anda yeni dünya düzeninin yeni aktörleriyle aynı ölçüde ilişki kurabilir. Bu fırsat iyi değerlendirilmeli. Yeni dünyada yatırım, rekabet ve teknoloji üzerinden devam eden bir savaş olduğunu anladık. Bu yarış içinde Türkiye bir tercihe zorlanıyor. Tercihini doğru yapmak zorunda. Yeni dönemin kazananı olması için elinde büyük fırsat var. Tercihini doğru kullandığı ölçüde yeni ekonomik coğrafyanın önemli bir kazananı olabilir. Almanya’dan Çin’e kadar olan coğrafyada en büyük sınai kapasiteye, üretim melekelerine, yetişmiş insan gücüne sahip güçlü bir ülke. Bu büyük potansiyeli harekete geçirmek yeni dünyanın sağladığı fırsatları doğru kullanmaktan geçiyor. Potansiyeli fark etmek yeterli değil. Tercihinizi bu coğrafyadaki aidiyetimizi güçlendirerek yapmalıyız. Bunu yapmak da hukuk, demokrasi ve özgürlüklerle mümkün.”
Arıboğan: “21. yüzyılın krizler dönemi olarak devam edeceğini düşünüyorum”
Konuya farklı bir açıdan yaklaşmak istediğini dile getiren Doğuş Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan ise Rusya – Ukrayna Savaşı’nın dünyada dönüşüm başlatmadığını dönüşümün sonucu olduğunu söyledi. Dünyanın siyasi değişim ve dönüşüm sürecini tarihsel olarak aktaran Arıboğan, yaşanan tüm sıkıntılar sonrası tüm dünyanın 21. yüzyıla, milenyuma mutlu ve umutlu, pozitif girdiğini hatırlattı. Bu dönemde BM’nin artık temel sorunlarının iklim değişimi, kadınlara verilecek mikro kredilere, eşitsizliğin giderilmesine doğru evrildiğini kaydeden Arıboğan, bu umutların 11 Eylül saldırısına kadar devam ettiğini ve ardından 21. Yüzyılın küresel krizler yüzyılına dönüşmeye başladığını söyledi. Eğitime, sağlığa harcanan paraların savunmaya kaymaya başladığı bir yıla geçildiğine dikkat çeken Arıboğan, “Devreye güvenlik, askeri meseleler girince artık dünya üzerindeki temel aktörün bankalar, iş dünyası olmayacağı ortaya çıktı. Devlet ben buradayım demeye başladı. Bu bağlamda 2008 sadece bir ekonomik kriz olarak algılanamaz. Dünya üzerinde yeniden duvarlar inşa edilmeye başladı. Ulus devletler kendi duvarlarını oluşturdu. Türkiye dahi Suriye ile sınırlarını kapadı. İran, Irak, Ermenistan ile duvarlar ördü. Çin’in iktisadi yayılmasına karşı, organize suçlara karşı duvarlar örüldü. Bu duvarların yansımaları olarak da devlet merkezci sistemlerin yeniden yükseldiğini gördük ve dünya yeni bir krizle karşılaşmış oldu” dedi. Ardından gelen pandeminin devletlerin insanların biyolojik ve sosyal varlıkları üzerinde ne kadar tahakküm kurabileceğini gösterdiğini kaydeden Arıboğan, insanların en özgür hissettiği çağda tutsaklığını fark ettiğini söyledi. Dünya üzerindeki çatışmaların devletler arasında değil devletlerle devlet olmayan aktörler arasında yaşandığını belirten Arıboğan şöyle konuştu:
“Devlet üstü sistemler var. Reel dünya ile siber ortam oluştu. Reel dünyada merkez bankası üzerinden finansal sistem kontrol ediliyor ama karşısına kripto paralar oluştu. Kontrolü zor bir sosyal medya ortamı oluştu. Yeni krizin siber ortamda çıkacağını düşünüyorum. Bir diğer kriz iklim krizi olacak. Dünya üzerindeki göç hareketlerini tetikleyecek, şehirler yerlerini değiştirmek zorunda kalacak. Özetle 21. yüzyılın krizler dönemi olarak devam edeceğini düşünüyorum. Önümüzdeki süreç için ağır bir totaliter düzenin sinyalleri geliyor.”
Dönüşümün Türkiye’ye yansımalarını da değerlendiren Arıboğan, “Türkiye hiçbir yere ait olmayan noktasına doğru gidiyor. Yoğun bir sıkışmışlık yaşıyor. Dengenin dengeleyicisi olmak için mükemmel bir yalnızlıkçılık oynamalısınız ama Türkiye bunu yapmayıp taraf oldu. Türkiye’nin en büyük sorunu ekonomi değil ona bağlı gelişen yüzde 87 noktasına gelen dışarıdan gelenlere öfke. Çünkü başına gelen her şeyin ondan kaynaklandığına inanıyor” ifadelerini kullandı
Bedirhanoğlu: “Sorunlar emeğin üzerine gidilerek çözülmemeli”
ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Pınar Bedirhanoğlu ise dönüşümün emek boyutuna değindi. “Sermayeden, devletlerden bahsettik ama bence küreselleşme tartışmasında unutulan ve kapitalizmden bahsederken unutulmaması gereken emek boyutu var” diyen Bedirhanoğlu, sermayenin emeğe karşı büyüdüğünü söyledi. Bugün yaşanan süreci sorgularken önce ‘Nasıl oldu da liberal dönüşüm gerçekleşti’ sorusuna yanıt aramak gerektiğini kaydeden Bedirhanoğlu, şunları söyledi:
“Bugünkü süreci küreselleşme değil, neoliberalizm diye tartışıyoruz. Sermaye eksenli emeğin gücünün azaltıldığı ve güvencesizleştiği köklü bir dönüşüm olarak tartışıyoruz. Asıl kritik olan tüm bu süreci kendi sürecinin içinde anlayıp bugünkü otoriter dönüşün nasıl olduğunu anlamak. Başta her şey bu kadar kötü gitmiyordu. Türkiye’nin 90’larda kayıp dönemi vardı ama 2000’lerle birlikte o kadar kötü gitmiyordu. Sonra sermayenin emek ve toplumsal hayat üzerindeki hakimiyetini artırması süreci başladı. 40 yıllık bir süreçte gerçekleşti ve emekçi kesimler adım adım hak kayıplarına uğradı. Bu kesim göreli olarak daha fakirleşti, gelir dağılımı olağanüstü bozuldu. Nasıl oldu da bu yaşandı sorusu sorulmuyor. Neoliberalizmin özellikle finansal serbestleşme ve ardından devam eden finansallaşma içinde yarattığı bir takım yanılsamacı sonuçlara dikkat çekmek gerektiğini düşünüyorum. 2001’den itibaren ABD’nin verdiği genişlemeci politikalara bağlı olarak tüm dünyada emekçi kesimler sistematik olarak borçlandırılmaya başlandı. Tüm dünyada inanılmaz bir parasal bolluk yaşandı. Bu politikada neoliberalizmin pek çok politikası hak kayıplarına rağmen hayata geçti. Emekçi kesim borçlanma üzerinden tüketim kapasitesine büyük bir gelecek umuduna sahip oldu ve farklı iktidarlar tarafından dünyanın birçok ülkesinde değişik şekilde bu durum beslendi. Fakat finansallaşmada her zaman bir hesaplaşma dönemi olur. Batı için bu 2008 kriziyle geldi bizim için 2013’te geldi. Şu anda en önemli sorunlardan bir tanesi yaklaşık 20 yıldır bol para ile harcayarak gelecekten ümit bekleyerek ülkelerindeki toplumsal dinamiklere eklemlenen geniş halk kitlelerine ne olacak sorusu. İşte bu noktada Türkiye fazlasıyla finansallaşmaya eklemlenerek paranın bittiği zaman ne yapacağının stratejilerini çizmeden bugünlere geldiği için sürecin olumsuz sonuçlarını en sert yaşayan ülkelerden oldu. Sıcak paraya bağlı bir ekonomi olduk. Emekçiden sermayedara, devlete herkesin borçlandığı bir ortam krize dönüşebiliyor. Sınıfsal mesele şu açıdan önemli. Sürekli parasal gelişmeyle ifade edilen çelişkinin bedelini biri ödeyecek. Emekçi kesim ödeyecek. Bu sürecin bundan sonraki iktidarların da içinden kolay çıkamayacağı bir kriz olduğunu unutuyoruz. İhtiyaç olan yeni siyaset zor bir siyaset. Ne olduğunu ise kimse bilmiyor. Sorunu emeğin üzerine giderek çözmeye çalışırsak yakın gelecekte daha derin otoriterleşmeye gidileceğini düşünüyorum.”
Aydın: “Şu anda uluslararası sistemde kural yok”
UİK Başkanı Prof. Dr. Mustafa Aydın, ise dünyanın nereye gittiğini değerlendirirken, “En önemli sorun nereye gidildiğini kimsenin bilmemesi. 1991’de sona eren bir uluslararası sistem var. Sistemin sona erdiğini biliyoruz ancak halen ortada yeni bir uluslararası sistem yok” dedi. Dünyada yeni bir çok kutupluluktan bahsedilmeye başlandığını ifade eden Aydın, geçmişte uluslararası sistemin yapısının büyük güçler tarafından belirlenip şekillendiğini ve dünyadaki diğer ülkelere empoze edildiğini, bu yapı ortaya çıkınca ortamın rahatladığını, barış ve yatırımların arttığını söyledi. O yıllarda ister tek kutup ister çok kutuplu ister iki kutuplu bir yapılanma olsun oyunun kurallarını herkesin bilip ona göre davrandığını dile getiren Aydın, “Ancak 1991’den bugüne sistemin ne olacağını bir türlü kestirip anlayamadığımızdan oyunun kurallarını da bilmiyoruz. Uluslararası sistemde kural yok. Bu da sistemde belirsizliğe neden oluyor” dedi. Bu durumun devletlerarasında anlaşma temeli yerine anlık, duruma göre değişen uluslararası ilişkileri ortaya çıkardığını kaydeden Aydın şunları söyledi:
“Bugün ülkeler içinde bir şeyler oluyor. Buna milliyetçi popülizmin yükselişi diyorum. Milliyetçilik ve popülizm tarihte hiç olmadığı kadar iç içe geçmiş durumda. Demokrasi ile otoriterlik arası mücadeleyi geri planda bıraktı ve herkesin dilinde olan ve birçok ülkenin uyguladığı ideolojiye dönüştü.
Dünya siyaseti ekonomik merkezli siyasetten kimlik ve inanç siyasetine kaymaya başladı. 1970’lerde Avrupa’da ekonomi politikalar üzerinde mücadele yapılıyordu bugün Avrupa siyasetin kimlik siyaseti üzerinden farklılıklar üzeriden din ve milliyet üzerinden yapılıyor. Türkiye farklı mı? Değil. Tüm bunlar neye yol açıyor bizim gibi olanların yönettiği bizim gibi ülkelerde bazılarımız artık bizim gibi olmuyor. Bizim gibi olanlar millet, bizim gibi olmayan vatandaşlarımız milletin dışında olanlar haline geliyor. Hindistan’dan Macaristan’a İngiltere’den Polonya’ya farklı ülkeleri ve siyasetleri etkileyen politika sonucunda ekonomide korumacılık artan milliyetçilik, yükselen yabancı düşmanlığı korkusu ve çoğunlukçuluk siyasete dayalı yönetim yapısı oluşuyor. Dünyada, çoğunlukçuluğun demokrasinin yerine geçmeye başladığı bir yapı ortaya çıkıyor ve bunlar Türkiye’yi de etkiliyor. Bu da Türkiye’de iç politikanın dışsallaşması, dış politikanın içselleşmesini getiriyor. Mısır’da darbe oluyor sanki Türkiye’de olmuş gibi tartışmaya başlıyoruz. Son dönemde iç ve dış sorunlar arasındaki sınırlar kaldırıldı. Dış politika, iç politikada halkı mutlu edecek şekilde kullanılmaya başlanmalı. Halk, ülkenin parçalanıp bölünmesinden korkuyor, dünyada Türkün Türk’ten başka dostu yoktur anlayışı var. Bir de bölgesel hegemonya kurma özlemi yaşanıyor. Bu istekleri karşılamak için ekonomide liberal, siyasette otoriter, dış politikada milliyetçi olamazsanız. Bunu yaparsanız parçalanmış ülke olursunuz.”
Zeyrek: “Değerli yalnızlığın işe yaramadığını iktidarın da anladığı kanaatindeyim”
Sözcü Gazetesi Yazarı Deniz Zeyrek ise dış politika ile iç siyaset arası ilişkinin her dönem olduğunu söyledi. Aradaki dengenin kurulması halinde olumlu sonuçlar alınabileceğini, yararlanılabileceğini kaydeden Zeyrek, “Yararlanma miktarınız sizin siyasi çıkarlarınızla, ülkenin çıkarları arasındaki paralellik kadardır. Sizin çıkarlarınız ülkeninkinden farklı ise bocalayabilirsiniz” dedi. Ardından Turgut Özal’dan bu yana yaşanan tarihsel süreci özetleyen Zeyrek, bugün gelinen noktada ülkenin çıkarları ile iktidarın çıkarları arasındaki dengesizliğin Türkiye’nin yeni dünya düzeninde bir yer bulmakta zorlanmasına neden olduğunu kaydetti. Zeyrek, “Şu anda Türkiye’nin diplomatik olarak nerede ve nasıl durduğu konusunda fikir üretmekten aciz durumdayım. Bakınca iki kutuplu olmayan bir dünyadan bahsediyorsunuz. Bir ara Hindistan ve Çin ile hareket ederiz diyoruz bir ara Rusya ile hareket ederiz diyoruz ama bakınca her ayrı mecra ayrı bir çatışma ortamı çıkarıyor. Yani Suriye’de Rusya ile zaman zaman karşı karşıya gelirken yukarıda Ukrayna meselesinde bazen aynı saflara düşüyoruz. Türkiye’nin Rusya ile ilişkisi nedir? Hangi çıkarlar tarafından şekillenir sağlıklı bir fikrimiz yok. Tüm bunlar sonunda kendimizi bölgede de dünyada da değerli bir yalnızlık içinde bulduk. Ülke ve iktidar çıkarları arası çatışma bizi yalnızlığın ortasına bıraktı” dedi.
Dış politika açısından oluşan bu değerli yalnızlığın ülkenin ekonomik koşullarına da doğrudan yansıdığını belirten Zeyrek, yalnızlaştıkça yoksulluğun arttığını, yabancı sermayenin kaçırıldığını söyledi.
Son dönemlerde dış politikada normalleşme gördüğüne de değinen Zeyrek, “Geçmişte eleştirilebilirdi ama bugün İsrail ve Mısır ile ilişki kurulması doğru adım” değerlendirmesini yaptı. Rusya ve Ukrayna krizinin Türkiye’ye sunduğu fırsatları da değerlendiren Zeyrek, bu krizle birlikte gerek Rusya’nın gerek Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’ye yaklaşmaya başladığını söyledi. Bu süreçte iktidarın çıkarlarıyla ülke çıkarlarının örtüşmeye başladığını vurgulayan Zeyrek, “Süreç doğru yönetilirse Türkiye kendi dışımızdaki bir takım sorunları kendi lehine çevirebilir. Suriye’ye operasyondan bahsediliyor. Rusya – Ukrayna krizi üzerinden Finlandiya ve İsveç’in, NATO’ya üyeliği bir pazarlık kozuna dönüşebilir. Suriye’de yarım kalan hedefleri tamamlama fırsatına dönüşebilir. Artık değerli yalnızlığın işe yaramadığını iktidarın da anladığı kanaatindeyim. Bu yalnızlıktan kurtulma çabası var. Sonuçlarını ben de merakla bekliyorum” ifadelerini kullandı.